Taktik denildiğinde, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci ve ikinci turu arasındaki söylem ve dil farklılığına da dikkat çekmek gerek.
Zira birinci tur öncesindeki seçim kampanyası boyunca “radikal sevgi dili” kullanan, iki elini bir araya getirip yaptığı kalp jestleriyle kameralara gülümseyen, kendisine küskün olan Memleket Partisi Genel Başkanı Muharrem İnce’yi dahi “Halil İbrahim Sofrasına” çağıran, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın mitinglerde kalabalıklarca yuhalanmasına asla izin vermeyen Kemal Kılıçdaroğlu’nun kucaklayıcı ve birleştirici olarak nitelendirilen tavrı 14 Mayıs’taki ilk turda alınan sonucun ardından 180 derecelik bir dönüşüme uğradı.
İlk tur sonuçlarının açıklanmasından sonra sosyal medyada yayımladığı ilk videosunda sesinin neden çıkmadığı eleştirilerine masaya vurarak “Buradayım be, buradayım!” yanıtını veren Kılıçdaroğlu, Ata İttifakı Cumhurbaşkanı Adayı Sinan Oğan’ın yüzde 5’lik seçmenini yanına çekmek için göçmen karşıtı sert bir dil de kullandı.
Peki Kılıçdaroğlu’nun kampanyası boyunca kullandığı dilde böylesi keskin bir dönüşüm gerekli miydi? Türkiye’de seçmen sert ya da kutuplaştırıcı bir söyleme daha çok mu itibar ediyor? Bu bağlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dili kutuplaştırıcı olarak nitelendirilebilir mi ve iktidara ilk geldiği 2002 yılından beri girdiği 15 genel seçim, referandum ve yerel seçimi kazanmasının ardında yatan nedenlerden birinin de bu olduğu düşünülebilir mi?
- Genel seçimin kesin sonuçları Resmi Gazete'de yayımlandı: Milletvekilleri Cuma günü yemin ederek görevlerine başlayacak
- Seçim sonuçları: CHP’de hüzünlü AKP'de coşkulu bir gecenin hikayesi
Koç Üniversitesi’nde Siyaset Bilimleri ve Uluslararası İlişkiler öğretim üyesi olan, kutuplaşma ve kutuplaşmanın azaltılması üzerine çok sayıda akademik çalışmaları bulunan Prof. Dr. Murat Somer sertlik ile kutuplaştırıcı söylemi birbirinden ayırmak gerektiğine dikkat çekiyor:
“Sert söylemden ne anladığımız belli: Yüksek sesli, suçlayıcı konuşmak. Kutuplaştırıcı söylem biraz daha özel bir şey. Sertlikle de mutlaka birlikte gidiyor ama bir ‘öteki’ üzerinden konuşmak. Biz ve ötekiler ayrımı üzerinden siyasal alanı tanımlamak.
“Sayın Erdoğan çok erken yıllardan itibaren kutuplaştırıcı söylem kullandı. Buradaki kutuplaştırıcı söylemin ötekisi, nesnesi ‘onlar’ diye tanımladığı, kendisine karşı olan toplum kesimleriydi. Siyasal elitler özellikle, ama aynı zamanda da onlara destek veren toplum kesimi.”
Kılıçdaroğlu’nun da ikinci tur öncesinde kutuplaştırıcı dil kullandığını teslim eden Somer, buna karşın Kılıçdaroğlu’nun “öteki” olarak Erdoğan’ın destekçilerini değil kişiliğini ve göçmenleri konumlandırdığının, Erdoğan’a oy veren kesimleri ötekileştirmemeye çalıştığının da altını çiziyor.
Türkiye’de Kutuplaşmayı Azaltmaya Yönelik Stratejiler ve Araçlar Projesi’nin (TurkuazLab) Bilimsel Koordinatörü ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Emre Erdoğan da Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı Erdoğan ile arasındaki oy farkını kapatmak için hızlı bir şekilde milliyetçi söyleme hareket etmek zorunda kaldığını, Kürt siyasal hareketinin desteği elzem olduğundan ve bu nedenle HDP’yi karşısına alamayacağından Suriyeliler karşıtı "sorunlu" bir söyleme giriştiğini belirtiyor:
“10 milyon Suriyeli yok bu ülkede. İki milyon oy kullanan yabancı yok. Hep eleştirilen gerçek ötesi argümanlara dayanarak bir söylem geliştirildi ve toplumsal cinsiyet açısından son derece kusurlu ‘Sınır namustur’ cümlesine sarılındı.
“Ama siyasette yapılan iletişim sürat motoru kullanmak değil. Tanker kullanıyorsunuz. Tanker bir yere gidiyor, dümeni çeviriyorsunuz, ona bir ara reaksiyon veriyor. Kılıçdaroğlu’nun bu kadar hızlı yön değiştirmeyle başarılı olacağını düşünmesi büyük hataydı, olmadı zaten.”
'Yapabileceği tek şeyi yaptı'
Profesör Emre Erdoğan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim kampanyasında söyleminde kurduğu yöntemi ise şöyle açıklıyor:
“Ekonomik başarısızlık var ortada. İnsanların geçim sıkıntısıyla karşı karşıya oldukları bir durum var. Deprem var. Pandemi var. Bütün olumsuz faktörler bir araya gelmişken Erdoğan’ın yapabileceği şeyler çok fazla değildi. Popülist ekonomik politikalarla ekonomiyi ısıttı, insanların ceplerine para koydu.
“İkinci olarak kendi seçmen tabanını konsolide etmek istedi. Bunun için yapması gereken şey seçimi bir referanduma dönüştürmekti. Yani 'bu Erdoğan’ın gitmesi ya da kalması hakkında' dedi. Bunu da başardı.
“Son olarak da karşısına ötekileri yerleştirdi. Türkiye’de en kolay bulunacak ‘öteki’ Kürtlerdir, siyasi Kürt hareketidir. Ve LGBTİ bireylerdir. Böyle karşıtlıklar üzerinden de kendi seçmenini konsolide etti.
“Kemal Kılıçdaroğlu’nun buna karşı stratejisi şu olabilirdi: Aşırı Kemalist bir söylemi masada tutabilirdi, o da kendini öyle konsolide etmeye çalışırdı. Ama Altılı Masa olduğu için ve Gelecek, Deva, Saadet partilerinin bu tür bir Kemalizm’le sorunları olduğu için bunu yapamazdı. Kürt karşıtı pozisyon da alamıyordu. O da yapabileceği tek şeyi yaptı.”
Twitter paylaşımının sonu, 1
'Nefret edilmekten korkmayın'
Kutuplaştırıcı söylemlerin iletişimde dikkat çekici bir araç olduğuna kuşku yok.
Sevgi ya da nefrete, yani olumlu ya da olumsuz illaki bir tepkiye yol açan bu söylemler sadece siyasette değil pazarlama dünyasında da bir araç olarak sık sık kullanılıyor.
Örneğin Strateji Direktörü Kirstie Maryott, "Kutuplaşma neden markalar için iyi bir şey?" başlıklı makalesinde şu değerlendirmelerde bulunuyor:
“Günümüzün kutuplaşmış dünyasında markaların karşı karşıya olduğu en büyük tehlike karşı taraf değil, ilgisizliktir. Nefret edilmekten korkmayın. Görünmez olmaktan korkun. Kutuplaşma bize siyasette de ötesinde de tutkulu gruplar sunar. Sürtüşme sunar. Sürtüşme kültürel hararet doğurur. Kültürel hararet ilgi çeker. Birden markanız artık görünmez olmaktan çıkar. Bir markanın neden yana ve neye karşı olduğu bilinirse, işler ilginç bir hal alır.”
Hindistan, Polonya ve Türkiye örneği
“Democracies Divided” (Bölünmüş Demokrasiler) isimli kitabın yazarları Thomas Carothers ve Andrew O’Donohue da Türkiye dahil dokuz ülkede mevcut kutuplaşma ortamını inceledikleri çalışmalarına dair verdikleri bir mülakatta şu tespitleri yapıyor:
“Tüm bu ülkelerde, Kolombiya, Kenya ve Polonya gibi birbirinden son derece farklı demokrasilerde dahi kutuplaşmanın kökleri, paternleri ve itici güçleri hep aynı. Özellikle kutuplaştırıcı liderlerin ne kadar kararlı oldukları da dikkat çekici.
“Hindistan’da Narendra Modi, Polonya’da Jarosław Kaczyński ve Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan temel bölünmeleri amansızca kızıştırıp toplum geneline yaydılar ve seçim zaferleri kazandılar. Sadece muhalifleri şeytanlaştırmak ya da demokratik süreçleri sekteye uğratmakla kalmadılar, radikal değişiklikleri de zorla gündeme taşıdılar. Polonya’da kürtaj yasağı bunun iyi bir örneği.”
Kutuplaşma bugün başta ABD olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde görülen küresel bir olgu. 2008 sonrasındaki ekonomik krizin, pandeminin ve artan bir göçmen sorununun kutuplaşmada rol oynadığı düşünülüyor.
Profesör Murat Somer toplumların bu soruna farklı yanıtlar verdiğini, bir kesimin Türkiye’de olduğu gibi güçlü liderlerin eliyle bir güvenlik arayışına yöneldiğini söylüyor ve şu tespiti yapıyor:
“Demokrasinin iyi işlediği ülkelerde genelde kutuplaşma çok yükselse de zehirleyici düzeye erişmiyor. Şu an gelişmiş demokrasiler içerisinde sadece ABD’de bu düzeyde olduğunu bulduk.
“Bunun dışında da yakın zaman önce konsolide olmuş birçok ülkede de bu zehirleyici kutuplaşmayı görüyoruz: Macaristan, Polonya, Brezilya, Hindistan gibi. Bazı yerlerde bu demokrasinin çökmesiyle de sonuçlanıyor.
“Ya muhalefette olan elitler iktidardaki elitleri deviriyorlar - mesela Tayland’da öyle oldu, otoriter bir rejim ortaya çıktı - ya da bu kutuplaştırıcı siyaseti kullanan iktidarlar zaman içerisinde demokrasiyi aşındırıyorlar.
“Bir noktada Türkiye’de de olduğu gibi demokrasi askıya alınmış ya da bazılarına göre çökmüş oluyor, ciddi bir otoriterleşme gerçekleşiyor. Bununla nasıl başa çıkılabileceği konusunda da elimizde çok net reçeteler yok.”
Twitter paylaşımının sonu, 2
Twitter paylaşımını geçin, 3