HAYATA VE UMUDA DAİR

Pazar akşamüstü telefonuma gelen bildirimle öğrendim Taksim İstiklal Caddesi’nde patlama olduğunu. Ardından mesajlar, arayanlar, aradıklarımız ve ulaşamadıklarımız…

Kaç ocağa ateş düşecekti, kaç kişinin geleceği yok olacaktı, kaç kişinin Pazar günü zehre dönecekti, kaç kişinin hayalleri suya düşecekti, kaç kişinin asla unutamayacağı günlere bir yenisi eklenecekti ve kaç kişinin anıları gözünde canlanacaktı soruları dönerken kafamda, baktım haberlere. Hemen ardından gelen yayın yasağı, internet yavaşlaması ve bilinmezliklerle dolu bir akşam… Patlamada hayatını kaybedenlerin isimlerine bakarken ise “ya tanıdık bir isim görürsem” korkusu... Bu sırada hukuken de dinen de hiçbir sorumluluğu ve günahı olmayan 9 yaşında bir çocuğun vefat ettiğini öğrendim ve merak ettim, büyüyünce ne olmak istiyordu acaba? Bunu hiçbirimiz bilmiyoruz ve maalesef ki öğrenemeyeceğiz onun kendi ağzından. Hangi kavga(!), hangi dava(!) ve hangi insanlık(!) 9 yaşındaki bir çocuğun geleceğini çalmayı kendinde hak görür? Batsın sizin kavganız, batsın sizin davanız, batsın sizin insanlığınız…

Boğazımın düğümlenmesi geçtikten sonra nihayet düşünmeye başlayabildim tekrar, neredeyse her hafta en az bir kere yolumun düştüğü yerde meydana gelen patlamanın hangi etkileri doğurabileceğini. Aklıma ilk gelen birkaç gün sonra bugünü unutacağımız oldu. Tıpkı 10 Ekim Ankara Garı’nda, 12 Ocak Sultanahmet Meydanı’nda, 13 Mart Güvenpark’ta, 19 Mart İstiklal Caddesi’nde, 27 Nisan Bursa Ulu Cami yakınında, 28 Haziran Atatürk Havalimanı’nda, 20 Ağustos Gaziantep’te, 10 Aralık Beşiktaş’ta, 17 Aralık Kayseri’de, 15 Ocak İzmir Adliyesi önünde meydana gelen saldırıları unuttuğumuz gibi… 13 Kasım İstiklal Caddesi saldırısını da unutup hayatımıza devam edeceğiz. Çünkü en nihayetinde ateş düştüğü yeri yakıyor ve kor bizim evimize düşmediyse, yaşananları birkaç hamasi sözden sonra unutup gidiyoruz. Sadece burada bahsettiğim saldırılarda bile yüzlerce kişi hayatını kaybetti. İşte tam olarak bu yüzden, yaşananları unutmaya ve normalleştirmeye karşı olmalıyız.

Şair;
“Neylersin ölüm herkesin başında.

Uyudun uyanamadın olacak.

Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?”

Dizelerini bugünler için yazmış gibi değerlendirip, “coğrafya kaderdir” söyleminin arkasına sığınarak insanların sokakta yürürken öldürülmesini, sevdiklerimizin, çocuklarımızın hayallerinin ve bizlerin geleceğe dair umutlarının çalınmasını normalleştiriyoruz. Elbette hayatımıza devam edeceğiz ancak bunu yaşadıklarımızı ve korkularımızı unutmadan ve normalleştirmeden yapmalıyız. Bunun da yolu toplumsal farkındalığımızı artırmaktan geçer.

Bu hain saldırı ve sonrasında yaşanan toplumsal duyarlılık bir kez daha gösterdi ki her şartta ve koşulda; kavgalı olsak da birbirimizin düşüncelerini, siyasi görüşlerini ve yaşam tarzlarını beğenmiyor olsak da söz konusu Türkiye Cumhuriyeti olduğunda tüm ülke vatandaşları olarak aynı hassasiyete sahip olabiliyoruz. Üzerinde durup düşünmemiz gereken de tam olarak bu olmalıdır. Madem vatan toprağı altında yaşanan her acı hadise hepimizi aynı derecede üzüyor, yaralıyor, empati yeteneğimizi geliştiriyor ve bizi birleştiriyor; bu özelliklerimizi kullanmak için başımıza musibetlerin gelmesini de beklemeyelim. Acılardan doğan birlikteliği ülkenin gelişmesi ve tekrar aynı acıların yaşanmaması için gösterilecek çaba için kullanırsak, yarınlar için umutsuz olmamız için bir sebep kalmayacaktır.

Terörle mücadele, terör eyleminin hangi sebeple yapıldığı, arkasında kimlerin olduğu, patlamanın intikamının alınması ve diğer tüm süreçler siyasilerin, hukuk dünyasının ve devleti yönetenlerin işi. Biz vatandaşların görevi ise bu süreci takip etmek olmalıdır. Bireysel ve toplumsal olarak yaşamaya da yaşatmaya da devam edelim. Yaşadıklarımızı unutmadan, korkularımıza teslim olmadan ve yaşadığımız her anın kıymetini bilerek… Yaşadığımız coğrafya bize başımıza gelenleri normalleştirmeyi dayatsa da biz umudumuzu gelecek güzel günler için diri tutmaya devam edelim.

Ülkemizin başı sağ olsun…






 


*Metin Altıok’un Kanadı Kırık Bir Akşam isimli şiirinden…