1980'lerin sonunda ve 1990'larda potansiyelinin çok altında büyüdükten sonra Türkiye 2001- 2006 yılları arasında gayrisafi hasıla (GSMH) büyüme oranını yüzde 6'lara kadar çıkarttı. Ama ondan sonra daha istikrarsız ve orta oranlı bir büyüme görüyoruz.

2001-2006 arasında değişik bir tablo çıkıyor karşımıza. Enflasyon kontrol altına alındığı zaman, mali politikalar doğru bir çerçeveye doğru adım attıkları zaman, yolsuzluğa karşı ufak birkaç adım atıldığı zaman ve başka reformlarla beraber Türkiye ekonomisinin potansiyeli artıyor ve büyüme daha kaliteli bir hale geliyor.  Ama ne yazık ki 2006'dan sonra yolsuzluk artıyor… 

Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) Ekonomi Profesörü Daron Acemoğlu 

Türkiye'deki araştırmacıların verimliliği 2006 senesine kadar artmış ve 2006 senesinden sonra tamamen durağanlığa girmiş… 

Bugün açık olan üniversitelerin yüzde 50'den fazlası 2006'dan sonra açılmış üniversiteler… Bu üniversiteler ne yazık ki verimli üniversiteler, araştırma üniversiteleri değil

Türkiye'den gitme olasılıkları aslında azalma trendiyle başlamış, ta ki 2006'ya kadar. Biliyorsunuz Türkiye ekonomisi için 2013 bir milattır, Türkiye akademisyenleri için 2006 bir milattır. İkisinde de o yıllarda kırılma yaşıyoruz. Gördüğünüz gibi yurt dışına gitmenin azalması 2006'da durağanlaşıyor ve 2015 sonrasında çok ciddi bir şekilde artış göstermeye başlıyor.

Chicago Üniversitesi Ekonomi Profesörü Ufuk Akçiğit

 

Kemal Kılıçdaroğlu'nun ekonomi danışmanları takımındaki iki akademisyenin, CHP'nin 3 Aralık'ta gerçekleşen İkinci Yüzyıla Çağrı Buluşması'nda yaptığı sunumdan yukarıdaki ifadeler. 

AK Parti'nin kurucuları arasında yer alan, 2002-2007 yılları arasında Başbakan Yardımcılığı görevini yürüten ve CHP Konya Milletvekili Abdüllatif Şener, Daron Acemoğlu'nun "2006'dan sonra yolsuzluk arttı" açıklamasına tam katılmadığını söyledi. 

Abdüllatif Şener: Yolsuzluk en başından beri vardı

Independent Türkçe'ye konuşan Şener, yolsuzluğun AK Parti hükümetinin başlangıcından beri olduğunu söyleyerek, 2000'lerin başında başlayan ve AK Parti'nin ilk dönemlerinde yoğun şekilde devam eden özelleştirmeler için "Özelleştirmeler hiç masum değildi" açıklamasını yaptı. 

2005'te yüzde 55 hissesi, Lübnanlı Hariri ailesine ait Saudi Oger'e bağlı Ojer Telekomünikasyon'a 6 milyar 550 milyon dolara satılan ve o döneme kadar  Türkiye tarihinin en büyük ve en önemli özelleştirmesi olarak görülen Telekom'u hatırlatan Abdüllatif Şener, şöyle konuştu: 
 

Telekom, Temmuz 2005'in başında ihale edildi. Ben o dönem özelleştirme yüksek kurulundaki görevimi bırakmıştım. Benim bulunduğum departmandan geçmemişti bu özelleştirme. Henüz onaylanmadan 11 Temmuz 2005'te bir demeç vermiştim. "Bu politikayla Arjantin'e döneriz" demiştim. 
 

Abdüllatif Şener


O sıralarda başka özelleştirmeler de var ama Türk Telekom gibi büyük boyutlu ihalelerde yolsuzluk boyutu artmış olabilir. Ancak "daha önce hiç yolsuzluk yoktu" diyemeyiz. 


Durmuş Yılmaz: Ben Merkez Bankası'nı 32 milyar doların biraz üzerinde rezervle devrettim

2006-2011 yılları arasında Merkez Başkanlığı yapan İYİ Parti Milletvekili Durmuş Yılmaz'a göre ise esas ekonomik sıkıntılar 2008-2009 yılları sonrası başladı.

Göreve geldiğinde bir kur krizi olduğunu ve döviz satıldığını söyleyen Yılmaz, Independent Türkçe'ye yaptığı açıklamada "Bir süre sonra ortalık yatıştı. Takip eden dönemde Avrupa Birliği müktesebatına uyum süreciyle sermaye akımları arttı. Türk lirasının değeri yükseldi. Benim başkanlığım döneminde 34 milyar dolar ihale yoluyla döviz aldık. Bunun 2 milyar küsurunu harcadık. Ben, 32 milyar doların biraz üzerinde bir rezervle devrettim Merkez Bankası'nı" ifadelerini kullandı. 

2006'nın nisanında göreve geldikten haziran ayına kadar döviz satıldığını söyleyen Yılmaz, "İhracatçılar, benim dönemimde değeri artan Türk Lirası'na neredeyse isyan ediyordu" dedi. 

2006 yılında dolar/TL ortalaması 1 lira 43 kuruş seviyesindeydi. 2007 ve 2008'i 1,30 lira seviyelerinde bitiren bu değer, 2009'da 1 lira 55 kuruşa çıktı. 

"AK Parti'de özgüvenin artmasıyla başladı... "

Kendisinin TCMB Başkanlığı görevine gelmesinin çalkantılı bir süreçten geçtiğini, beş adayın Cumhurbaşkanlığı'ndan döndüğünü hatırlatan Yılmaz, "Ben başlangıçta sistem tarafından çok kabul görmedim. Piyasa, ‘aradıkları adamı buldular, Cumhurbaşkanı söyleyecek bunlar yapacak' düşüncesindeydi. Biz bunun bu şekilde olmadığını icraatlarımızla gösterdik. Ondan sonra Türkiye'de bambaşka bir atmosfer çıktı" açıklamasını yaptı. 

Eski Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti'nin 14 Mart 2006'da görevinin sona ermesinin ardından bir aydan fazla bir süre boyunca yeni TCMB Başkanı'nın kim olacağı tartışılmış, Adnan Büyükdeniz isminin Köşk'ten döndüğü medyaya yansımış, 18 Nisan 2006'da bu göreve Durmuş Yılmaz getirilmişti.  
 

Durmuş Yılmaz.jpg

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın eski Başkanı ve İYİ Parti Ankara Milletvekili Durmuş Yılmaz/ Fotoğraf: AA


 İYİ Parti Ankara Milletvekili Yılmaz, Daron Acemoğlu'nun sunumunda toplam faktör verimliliğine değindiğini hatırlattı. 

 "Büyüme oranından daha da önemlisi büyümenin kalitesi" diyen Acemoğlu, büyüme verimliliğinin artmadığına bir gösterge olarak toplam faktör verimliliğini işaret etmişti. 

"Enflasyon kontrol altına alındığı zaman, mali politikalar doğru bir çerçeveye doğru adım attıkları zaman, yolsuzluğa karşı ufak birkaç adım atıldığı zaman ve başka reformlarla beraber Türkiye ekonomisinin potansiyeli artıyor ve büyüme daha kaliteli bir hale geliyor" diyen MIT Profesörü,  2001-2006 arasında yüzde 5 ortalama toplam faktör verimliliği büyümesi olduğunu açıklamıştı. 

Evlilik yıldönümü çiçeğini almak isterken şehit olmuş Evlilik yıldönümü çiçeğini almak isterken şehit olmuş

Acemoğlu, şöyle devam etmişti: Ama ne yazık ki 2006'dan sonra yolsuzluk artıyor, reformlar tam tersine gidince yine görüyoruz ki ortalama yüzde sıfır hatta negatif. Yani, Türkiye'de verimlilik artışı yok.

Durmuş Yılmaz'a göre AK Parti'nin özgüveninin artmasıyla bilhassa 2010'dan sonra kurumlara güvende düşme, liyakatlı insanların hak ettiği yerlere getirilmemesi, kaynağın döviz geliri getirebilecek yatırımlara yönelmemesi, eğitime önem verilmemesi, hukuktaki zayıflama ile toplam faktör verimliliği geriledi. 

2006 neden bu kadar önemli?

Ekonomistlerin yukarıdaki açıklamaların bir ortak noktası var: 2006 yılı. 

2000'de başlayıp Şubat 2001'de ayyuka çıkan kriz döneminde, enflasyon yüzde 50'yi geçmiş, yabancı yatırımcıların para ve sermaye piyasalarından çıkmasıyla ciddi nakit sıkıntısı başlamış, bankalar arası piyasada gecelik faizler yüzde 7 bine çıkmış, Türk lirasının dolar karşısında bir günde yüzde 30'a yakın değer kaybına şahit olunmuştu. 

Bu paniğe ilaç olarak gösterilen isim ise Kemal Derviş'ti. Dünya Bankası'nda 22 yıllık görevini bırakarak Türkiye'ye Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak gelen Derviş'le birlikte bir dizi ekonomi programları devreye sokuldu.  
 

Kemal Derviş Bülent Ecevit AA

1974–2002 yılları arasında dört kez Başbakanlık görevini üstlenen Bülent Ecevit ve eski Devlet Bakanı Kemal Derviş/ Fotoğraf: AA


13 Mart 2001'de göreve başlayan Kemal Derviş, nisanda gazetecilere verdiği röportajda şunları söylemişti: 
 
 

Türkiye zor günler geçiriyor ancak bu şekilde devam edemeyiz. Son 10 yılda yurtiçi borç, gayrisafi milli hasılaya oranla iki katına çıktı. Yabancı desteğini sağlamak için çalışmalar devam ediyor. Türkiye'nin IMF ve Dünya Bankası'ndan 10 milyar dolar ile 12 milyar dolar arası kaynağı alabilmesi için birkaç güne ihtiyacı var. 

Cebinde "15 günde çıkarılacak 15 kanun" paketiyle gelen Derviş'in en fazla eleştiri alan "atılımlarından" biri şeker fabrikalarından Telekom'a kadar pek çok kamu yapısının özelleştirilmesiydi. 

Mali disiplin ve dengeli bütçeye odaklanan yeni program

"Türkiye'nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı" adlı yeni program, dört ana alanda 15 yasal düzenlemeyi öngörüyordu: 

- Mali sektörün yeniden yapılandırılması 

- Devlette şeffaflığın artırılması ve kamu finansmanının güçlendirilmesi 

- Ekonomide rekabetin ve etkinliğin artırılması

- Sosyal dayanışmanın güçlendirilmesi

TCMB'ye araç bağımsızlığı

"Ekonomide rekabetin ve etkinliğin artırılması" başlığı genel anlamda özelleştirmeleri kapsarken, "Mali sektörün yeniden yapılandırılması" başlığı Bankalar Kanunu'nda değişiklik yapılmasını, kamu bankalarına zarar oluşturacak görevlerin verilmemesini, kamu bankalarının yönetiminin profesyonel bankacılardan oluşan ortak yönetim kuruluna devredilmesini, verimsiz şubelerin kapatılmasını içeriyordu. 
 

Hürriyet Ecevit Sezer kavga

21 Şubat 2001 tarihli toplantıda dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in Başbakan Ecevit'e anayasa kitapçığı fırlatması olayı ve Ecevit'in "Bu bir devlet krizidir" açıklaması sonrası borsada sert satışlar başlamıştı



Bunun yanı sıra 22 Şubat 2001 tarihinde dalgalı kur rejimine geçilmiş, Merkez Bankası Kanunu'nda önemli değişiklikler olmuştu.

25 Nisan 2001 tarihli değişiklikleri en önemlisi Merkez Bankası'nın "temel amacının fiyat istikrarını sağlamak" olduğunun Kanun'da açıkça tanımlanmasıydı.

Bununla beraber, bankaların uygulayacağı para politikasını ve kullanacağı para politikası araçlarını doğrudan kendisinin belirleyeceği Kanun'da ifade edilmiş ve böylelikle Bankaya pek çok gelişmiş ülkede olduğu gibi araç bağımsızlığı verildi. Yine önemli bir değişiklik olarak Merkez Bankasının Hazine ile diğer kamu kurum ve kuruluşlarına avans vermesi ve kredi açması yasaklandı. 

"2001 programında, 1990'lar boyunca yaşanan çalkantıların nedenlerini doğru teşhis edilmişti"

Kılıçdaroğlu'nun "ekonomi takımında" yer alan ve İkinci Yüzyıla Çağrı Buluşması'nda sunum yapan diğer ekonomistler Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Refet Gürkaynak ve Bilkent Üniversitesi İktisadi ve İdari Sosyal Bilimler Fakültesi'nin eski Dekan Yardımcısı, CHP Genel Sekreteri Selin Sayek Böke, 2013'te kaleme aldıkları bir makalede o dönem için şöyle diyorlar:
 

2001 programı dikiş tutmaz maliye politikası, ölmüş ama gömülmemiş bankacılık sistemi ve Hazine'nin bir uzvu olarak enflasyonu kontrol etmesi imkânsız olan Merkez Bankası'nın tek tek tedavi edilemeyeceklerini, bunların bir bütün olarak bir iktisadi dönüşüm ile adam olmalarının zorunlu olduğunu ve bunun için en önemli adımın bütçe dengesini tesis etmek olduğunu anlamış, bu yönde acılı da olsa işe yarayacak bir yol haritası çizmiş bir programdı.


Gürkaynak ve Böke'ye göre 2001 programında Türkiye ekonomisinin 1990'lar boyunca yaşadığı çalkantıların nedenlerini doğru teşhis edilmişti. 
 

Refet Gürkaynak

Prof. Dr. Refet Gürkaynak, İkinci Yüzyıla Çağrı Buluşması'nda yaptığı sunumu online olarak gerçekleştirmişti/ Fotoğraf: CHP


"90'lar Türkiye'si devlet bütçesi dikiş tutmadığı için büyük bütçe açıkları verilen, bu bütçe açıkları nedeniyle bankacılık sektörünün tek işinin mevduat ve diğer yöntemler ile topladığı kaynağı Hazine'ye borç olarak aktarmak olduğu, Merkez Bankası'nın da Hazine'ye bağlı bir kurum olarak iç borcun döndürülmesi için uğraştığı bir ekonomiye sahipti" diyen akademisyenlere göre bu programda,

- Esas vurgunun mali disiplin üzerindeydi. 

- Bütçe dengesini tesis etmeyi birinci iş olarak görüyordu.

- Milli gelirin beşte biri hediye edilerek bankacılık sisteminin ayağa kaldırılması ve ardından kapsamlı bir biçimde regüle edilmesi öngörülüyordu

- Yeni Merkez Bankası Kanunu, TCMB'yi Hazine'den ayırıp özerk bir kurum haline getiriyor ve fiyat istikrarını sağlamak her şeyin önünde vazife olarak veriliyordu. 

"AK Parti, programı 2006'ya kadar başarıyla uyguladı"

Bu maddelerin 3 Kasım 2002 seçimleri sonrası iktidara gelen AK Parti döneminde hayata geçirildiğini ve iktisadi normalleşmenin başladığını söyleyen iki akademisyen şu notu düşüyorlar: 
 

AKP, hakkını vermek gerekir ki, programı başarı ile uygulayarak bu dönemdeki normalleşmeye büyük katkıda bulunmuştur.

Kısmen başka bir hazırlığı olmadığı, kısmen üst kadrosunda Ali Babacan'dan başka güvenilir iktisat anlayışı olan kimse olmadığı ve Babacan programın önemini gördüğü, büyük ölçüde iktisadi –ve seçim ile birlikte siyasi– maliyeti ödenmiş bu programı takip etmenin büyük iktisadi kazanımlar getireceğini anladığı ve buna kıymet verdiği için IMF programını devam ettireceğini ilan etti ve programa harfiyen uyuldu. 

AKP hükümetinin kendisinden önceki hükümetin programına sahip çıktığını, bunu sadece mecburiyetten sessiz eylemler ile değil, programa güvenilirlik kazandıran açıklamalar ile de yaptığını vurgulamak gerekir. 

AKP'nin bu erken dönem iktisat politikası basireti 2002-2006 arasında yüzde 7,2'lik bir ortalama milli gelir artışı getirmiş, parti bu nedenle de 2007 seçimlerinde bu kadar başarılı olmuştur.


"İyi iktisat politikaları ve kurumsal kalitede ilerleme 2007'de fiilen sona erdi"

Selin Sayek Böke ve Refet Gürkaynak, 2013'te yazdıkları makalede AK Parti dönemini 2002-2006 ve 2007-2013 olarak ikiye ayırıyorlar. 
 

Selin Sayek Böke

CHP Genel Sekreteri Doç. Dr. Selin Sayek Böke/ Fotoğraf: chp.org.tr


Ekonomi uzmanlarına göre 2001 sonrası ortaya çıkan hem iyi iktisat politikası uygulamaları hem de önemli kurumsal kalite ilerlemeleriyle tanımlanan dönem 2007 itibariyle fiilen sona erdi. 2008'de de IMF programının resmen bitmesiyle, iki yıl önce başlamış olan iktisat politikası boşluğu yeni dönemi tanımlar hale gelmişti. 

Sayek Böke ve Gürkaynak, 2001 programının IMF destekli olmakla birlikte büyük ölçüde yerli bir program olduğunu söylüyor ve ekliyor: 
 

Büyük bir başarı olarak lanse edilen IMF programının bitişi, yerine tamamen yerli bir program konsa idi bir eksiklik yaratmayacak olmakla birlikte, eski programın madde madde yapılacak iş listesi içeren açık ve uygulandığı teyit edilebilir yapısı yerini iyi niyet dileklerinden ibaret orta vadeli programlara (OVP) bırakınca iktisat politikasındaki uygulamanın ne olacağının, hangi kurumun ne yapacağının muallakta kaldığı bir döneme girilmiştir.


Harcamalara sınırlamalar getiren mali kural reddedildi

Akademisyenlerin o dönemle ilgili dikkat çektiği bir husus daha var: Mali disiplin için getirilmesi planlanan "Mali Kural". 

Dönemin Başbakan Yardımcısı Ali Babacan'ın önerdiği mali kuralı düzenleyen kanunun amacı, Türkiye'nin orta ve uzun vadeli maliye politikasını disiplin altına alarak ekonomide güven ve istikrarı arttırmaktı. 

IMF programı biterken başlayan ve bütçede hükümetin elini kanunen bağlayacak mali kural, en basit tanımıyla, mali değişkenler üzerine sayısal sınırlamalar koyan bir kavram. 

2009'da yayımlanan ve 2010-2012 arasındaki üç yıllık dönemi kapsayan Orta Vadeli Program'da (OVP) yer almıştı ilk olarak mali kural uygulaması. 
 

Erdoğan Babacan AA

Dönemin Başbakanı Erdoğan, 2010'da yaptığı açıklamada Babacan'la görüş ayrılığı ile ilgili olarak "''Görüş ayrılığı olabilir, olmaması diye bir şey yok ama sonunda nihai olarak başbakan bir şey söyler ve orada bu iş noktalanır'' demişti/ Fotoğraf: AA


OVP'de "Mali kural çerçevesinde, orta-uzun vadede kamu açığının milli gelire oranının, sürdürülebilir bir borç yapısı ile uyumlu bir düzeyde gerçekleşmesi hedeflenecektir. Kamu açığında yapılacak uyarlamayı belirlerken, bir önceki yıl gerçekleşen açığın orta-uzun vadeli hedefin ne kadar uzağında olduğu dikkate alınacaktır" deniliyordu. 

Babacan ve ekibinin 2009'da hazırlıklarına başladığı uygulama, 2010 ortasında tamamlanmıştı. 

Dönemin Başbakan Yardımcısı, 11 Mayıs 2010'da yaptığı basın açıklamasında şöyle açıklamıştı Mali Kural'ı:
 

Mali kurala göre Türkiye'nin bütçe açığı, milli gelirin yüzde 1'ine denk olacak. Yıllık büyüme hedefleri de yüzde 5 olarak belirlendi.

Diyelim bizim bütçe açığımız yüzde 4. Ulaşmak istediğimiz hedef de yüzde 1. Yüzde 1 artık sabit. Açığımızın 4 olduğu bir yıl, ertesi yıl için ne kadarlık bir bütçe açığı hedeflemeliyiz? Burada katsayı devreye girecek. 

Yani 4 ile 1 arasında 3 puan var, o 3 puanın 1 puanı kadar bir uyarlama. Dolayısıyla mali kural çerçevesinde yüzde 4 açık verdiğimiz bir yılın ertesi yılı, bu açığı 3'e indirmemiz gerekecek. 

Diyelim biz Türkiye olarak herhangi bir yıl yüzde 8 büyüdük. Yüzde 8 büyüme bizim eşik büyüme oranımızın 3 puan üzerinde. Bu, o yıl bir tasarruf etmemiz gerektiğini söyleyecek. 


Söz konusu Mali Kural'ı düzenleyen yasa tasarısı Meclis'e 2010 yılında geldi. Muhalefetin de onay verdiği mali kural, Plan ve Bütçe Komisyonu'nda kabul edildi. 

Ancak Babacan'ın Nisan 2021'de Karar TV'de açıkladığı üzere yasa tasarısının Meclis genel kurulunda görüşülmesine saatler kala süreç durduruldu. 

Bu kararın "Harcamacı bakanlarımızdan bazıları ve dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından" alındığını söyleyen Babacan gerekçe olarak "Kendi IMF'imizi mi oluşturacağız? Niye bu kuralı getirip kendimizi bağlayalım ki? Bugün Türkiye'yi yöneten zihniyet, kendisini hukukla, anayasayla, kurallarla bağlamak istemiyor. Akşam aklıma bir şey geldiğini anda yapayım. Gecenin ikisinde imzayı atayım" ifadelerini kullanmıştı. 
 

Ali Babacan AA.jpg

DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, 2009-2011 arası Ekonomiden Sorumlu Devlet Başkanlığı, 2009-2015 arası Başbakan Yardımcılığı görevini üstlenmişti/ Fotoğraf: AA


O dönem Erdoğan ve Babacan arasındaki görüş ayrılıkları basına da yansımış, Cumhurbaşkanı Eylül 2010'da verdiği mülakatta, "IMF'den sıyrılan Türkiye'nin kendi içerisinde bir IMF oluşturmasının anlamı olmadığını" söylemişti:
 

Mali Kural yasalarla niye dayatılsın? Şu an dursun, erteleyelim, bunu daha sonda gündemimize alalım. Ama biz şu anda tam sıçramayı yapacağımız bir dönemde kendimizi bunlarla bağlamayalım. Çünkü Türkiye'nin yatırımlarla ayağa kalkması lazım.'


"Yapısal reform, 'yavaş ve maliyetli' görüldü"

Prof. Dr. Refet Gürkaynak ve CHP Genel Sekreteri Böke'ye göre 2008'de başlayan küresel kriz sonrası, 2002-2006 arasındaki politika çerçevesinden uzaklaşıldı. 

"O dönemin kurumsal kazanımları da hükümetin her türlü kurumu kendi idaresine alması ve yasal yapıyı da buna uydurması ile aşınmıştır" diyen akademisyenlere göre büyüme hedefi "siyasi istikbal" için elzemdi, "yavaş ve maliyetli" olduğu için belli bir vade gerektiren "yapısal dönüşüm" yerine sürekli olamayacak konjonktürel politikalar tercih edildi. 

TEPAV: Türkiye reform yorgunu

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV), 19 Ocak 2011'de yayımladığı araştırma notunda 2001 yılından itibaren Türkiye'nin hem genel olarak kamu yönetiminde hem de özel olarak yolsuzlukla mücadele alanında önemli reformlar yaptığını açıklamış, "Ancak bunlar ağırlıklı olarak 2002-2006 dönemine tekabül etmektedir. Bu tarihten sonra bir reform yorgunluğu göze çarpmaktadır" ifadelerini kullanmıştı. 

"Yolsuzlukla Mücadele ve Sivil Toplum İlişkisi: Bir Perspektif Denemesi" başlıklı politika notunda 1990'lı yıllar boyunca istikrarsızlığın kronikleştiği, 2000 ile 2001'de art arda gelen krizlerle AB adaylık sürecinin değişime yönelik ciddi bir talep oluşturduğu hatırlatılmıştı. 

"Bu dönemde kamu hizmetlerinden memnuniyet ‘tarihi düşük' ve yolsuzluk algısı da ‘tarihi yüksek" seviyelere geriledi" denilen notta şu açıklama yer alıyordu: 
 

1999'dan sonra yaşanan olaylar ve Avrupa Birliği adaylık sürecinin yarattığı değişim gündemi, kamu yönetimi reformu için hem içeriden hem de dışarıdan reform talebi olarak yansıdı, reform sürecini kolaylaştırdı ve bu sayede bir değişim süreci tetiklendi. 

Ekran Resmi 2022-12-07 23.jpg

Vatan Gazetesi 20 Ocak 2011 tarihli haberi


"Kamu yönetiminin etkinliğine ilişkin algılarda ve yolsuzlukla mücadele konusunda yapılan ulusal ve uluslararası çalışmalarda da 2007 yılından itibaren yatay bir seyir söz konusudur" diyen rapor şöyle devam ediyordu:
 

Yolsuzlukla mücadele kapsamında yapılanlar ise genel olarak olumlu olmakla beraber uygulamada ciddi kurumsal bağımsızlık ve etkinlik sorunları bulunmaktadır. 

Örneğin yolsuzlukla mücadelenin ayrı ve bağımsız bir kurum eliyle yürütülmesi yerine Başbakanlık Teftiş Kurulunun koordinatörlüğüne bırakılması, Bilgi Edinme Yasası uygulamasında ortaya çıkan belirsizliklerin hala giderilememiş olması, Etik Kurulun Başbakanlığa bağlı yapısı ve yetersiz yetkileri bunlara örnek olarak verilebilir.

Sayıştay Kanununda yapılan son değişiklikle Sayıştay'ın etkinlik ve verimlilik denetimi yapma yetkisi de kısıtlanmıştır. Aynı şekilde Referandumla Anayasada yapılan değişiklikler yargının yürütme üzerindeki dengeleyici ve denetleyici gücünü tartışılır hâle getirmektedir. 


"TCMB her türlü görevi kabullenir hale geldi"

Dönemin para politikasını da eleştiren akademisyenler, "Merkez Bankası'nın karşılaştığı hükümetten gelen düşük faiz baskısı ve 2001 programında vazifesi fiyat istikrarı olan ve elindeki araçlar sadece buna uygun olan bu kurumun banka kredisi büyümesinden döviz kurunun düzeyine her türlü işi görev kabullenmesi ile takip edilemez bir hale gelmiştir" ifadelerine yer verdi. 
 

gayrisafi yurtiçi hasıla büyümesi

Prof. Dr. Daron Acemoğlu'nun İkinci Yüzyıla Çağrı Buluşması'nda yaptığı sunumda paylaştığı grafik. Kalın çizgi, büyümede 5 yıllık hareketli ortalamayı gösteriyor.

İnşaatın altın çağı 2007 ile başladı

Hem para hem maliyet politikalarıyla talebin körüklendiğini ancak üretim potansiyelinin artmadığını, talebin yurt dışından temin edilmesiyle dış borçlanmanın rekor kırdığını hatırlatan Gürkaynak ve Böke, inşaatın yükselişinin de bu dönemde başladığını söylüyor:
 

AKP iktidarı döneminde inşaata dayalı iktisadi politikanın da diğer konjonktürel politikalar gibi 2007'den itibaren daha da belirginleştiği ve adeta kendi başına bir hırs unsuruna dönüştüğü yapılacak yeni ve ilave yapılar için verilen yapı ruhsatlarının ortalama yıllık yüzölçümünün 2002-2006 dönemine kıyasla 2007-2012 döneminde patlayarak artmış olmasında da görülebilir.

Her türlü inşaat işi TOKİ eliyle desteklenmekte, kentsel dönüşüm başlığı altında inşaat talebi yaratılmakta ve imar mevzuatı değişiklikleriyle inşaatın önüne hiçbir kuvvetin geçmesine izin verilmeyerek memlekette üzerine apartman veya alışveriş merkezi dikilmemiş bir avuç arazi kalmaması için her türlü tedbir alınmaktadır. 

Hem para hem maliye politikasının talebi körüklediği ancak üretim potansiyelinin artmadığı bir durumda talebin yurt dışından tatmin edilmesi ve kendini cari açıkta gösteren dış borçlanmanın tarihi rekorlar kırması tesadüf değildir. 

inşaat konut reuters

Refet Gürkaynak ve Selin Sayek Böke'ye göre 2004-2013 yılları arası Türkiye'de toplam istihdam yüzde 30 artarken, inşaat istihdamı iki katına çıktı/Fotoğraf: Reuters


"Apartman inşaatının ülkenin üretim kapasitesini artırmadığını" ve borçluluğu yükselttiğini söyleyen Böke ve Gürkaynak, şöyle devam ediyor: 
 

AKP iktidarı ilk döneminde takdir edilmesi gereken bir basiret ile takip ettiği 2001 programıyla Türkiye'yi uçurumun kenarında yaşayan ve düzenli olarak oraya düşen bir ekonomi olmaktan çıkartıp makroekonomik dengeleri düzgün, devlet bütçesi korku vermeyen bir hale getirmiş, ancak itfaiyecilik bitip yapısal dönüşüm gereği ortaya çıkınca buna yanaşmadığı gibi –verilerin de desteklediği şekilde– siyaseten hızlı büyümeyi elzem gördüğü için konjonktürel tedbirler ile talebi körükleyerek yakın dönemde borçluluk ve kırılganlığı çok arttırmış, Türkiye ekonomisini devlet borcu uçurumundan uzaklaştırmışken bu sefer özel sektör borcu uçurumuna yaklaştırmıştır. 


2006, akademi için neden milattı?

Chicago Üniversitesi Ekonomi Profesörü Ufuk Akçiğit, 2006 yılının yükseköğretimde bir kırılma noktası olduğunu söylüyordu. 

Bu konuyla ilgili görüşüne başvurduğumuz Akçiğit'in işaret ettiği önemli bir rapor var: Türkiye Bilimler Akademisi tarafından yayınlanan, Akçiğit ve Dr. Elif Özcan Tok tarafından hazırlanan, 2020 tarihli Türkiye Bilim Raporu

"Bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler uzun vadede ekonomik büyümenin ana belirleyicileri olarak ön plana çıkıyor" diyen rapora göre 2000 sonrasında bilimsel yayın üretiminde iyi bir ivme yakalandı, 2006 yılı bir kırılma noktası oldu ve sonrasında ciddi bir yavaşlama başladı. 

Bilim ve teknoloji alanında öncü kabul edilen ABD, Kanada ve Kuzey Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında bilimsel yayınların hem niceliğinde hem de niteliğinde oldukça geride kalındı. 
 

Ufuk Akçiğit

Chicago Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ufuk Akçiğit/ Fotoğraf: artnotlari.com

Rapor, 2006 sonrasında güçlenen "her ile bir üniversite" yaklaşımından bahsediyor. 

Raporda, üniversitelerin beşeri sermayenin belirlenmesinde kritik role sahip olduğu, istihdam yarattığı, bölgeler arası gelişmişlik farklarını dengelediği hatırlatılırken, "Türkiye'de hem bu sebeplerle hem de yüksek genç nüfus ve artan okullaşma oranı sonucu büyüyen yükseköğretim talebini karşılamak adına yıllar içerisinde yeni üniversiteler kurulmuştu" deniliyor. 

Independent Türkçe'ye konuşan Ufuk Akçiğit'e göre de "her ile bir üniversite" yaklaşımının birden fazla nedeni olabilir. 

Çevresinde bir ekosistem oluşturan bu kurumların hızla çoğalmasının nedenleri eğitim alanını genişletmek ya da ekonomiyi canlandırmak olabilir Akçiğit'e göre. 
 

YeniKurulanÜniversiteler.jpg

Grafik: Türkiye Bilim Raporu


Sayıları artmasına artıyor ama nicelik, niteliği karşılamıyor ve özellikle 2006 sonrası akademik verimlilikte önemli bir düşüş gözlemleniyor. Üniversitelerle birlikte üniversite öğrencisi sayıları da artıyor ve bu kurumlardaki araştırmacı sayısındaki artış, lisans öğrencisi sayısındaki artışı yakalayamıyor. Bu da akademik performansı olumsuz etkiliyor. 

Yeni üniversitelerin kurulmasıyla, akademisyenlerin üniversiteler arası geçişleri de hızlanıyor. Burada dikkat çeken nokta, devlet üniversitesinden vakıf üniversitesine geçen araştırmacıların akademik verimliliğinde, devlet üniversitesinden bir başka devlet üniversitesine geçen araştırmacılara kıyasla daha fazla artış olması. 

Yine dikkat çeken diğer bir nokta akademinin, diğer ülkeler ile olan bilgi alışverişinde 2006 sonrası öncü ülkeler kabul edilen ABD ve Kuzey Avrupa ülkelerinin payı azalırken Asya ve Arap ülkelerinin payının artması. 

Rapora göre son 15 yıldır yaşanan akademik verimlilik yavaşlamasının bir sebebi 2006 ve sonrasında açılan üniversitelerin, araştırmaya odaklanmak yerine salt eğitim-öğretime ağırlık vermesi. 
 

ToplamBilimselYayınSayıları.jpg

Grafik: Türkiye Bilim Raporu


"Kadrolarındaki yayın yapan araştırmacı oranı, üniversitelerimizin bir diğer verimlilik göstergesidir" diyen raporda 1987-1998 döneminde vakıf üniversitelerindeki yayın yapan araştırmacıların oranının devlet üniversitelerine kıyasla daha fazla olduğu belirtiliyor. 

1998 yılından sonra kurulan vakıf üniversitelerinin etkisiyle bu oran devlet üniversiteleri seviyesine düşüyor ve 2000 yılı sonrasında ikisi paralel hareket ediyor. Devlet üniversitelerinde 2000 yılıyla beraber başlayan ivmelenme 2006 sonrası yavaşlıyor. 

"Üniversitelerin araştırma performansını ölçmek için akla gelen ilk gösterge makale sayılarıdır" diyen Türkiye Bilim Raporu, sadece makale sayısına bakmanın yanıltıcı olabileceğini belirtiyor. 

Zira, öğretim elemanı fazla üniversitenin daha fazla bilimsel çalışmasının olabileceği gerçeğinin yanı sıra her çalışmanın kalitesi de birbirine eşit olmayabilir. 

Çalışmaların yayınlandığı dergilerin etki puanı üzerinden bir hesaplama yapılan raporda, kaliteye göre düzeltilmiş akademik verimlilik ölçütüne göre Koç, Sabancı ve Bilkent Üniversiteleri (KoSaBi) en iyi vakıf üniversiteleri iken, Boğaziçi, Hacettepe ve Orta Doğu Teknik Üniversiteleri (BoHaMe) en iyi devlet üniversiteleri. 
 

YayınYapmaOranı.jpg

Devlet üniversiteleri gri, vakıf üniversiteleri kırmızı ve 2006 yılından sonra kurulan üniversiteler sarı noktalarla belirtilmiştir/ Grafik: Türkiye Bilim Raporu


"Bilimsel yayın üretiminde 2006 yılında başlayan yavaşlama hem devlet hem de vakıf üniversitelerinde görülmektedir" denilen rapor, "Yayın yapma oranı ile akademik verimlilik beraber değerlendirildiğinde Koç, Sabancı ve Bilkent Üniversiteleri lider konumdadır. Her iki göstergenin de yüksek olduğu Koç, Sabancı, Bilkent, TOBB, Boğaziçi, ODTÜ, İTÜ, Hacettepe, Gebze Teknik gibi üniversitelerde ulaşılan akademik verimlilik büyük oranda tabana yayılarak (çok sayıda araştırmacının katılımıyla) elde edilmiştir" değerlendirmesine yer veriyor. 
 

© The Independentturkish

Editör: Haber Merkezi